İsraf kelimesi, lügatte aşırı gitmek, haddi aşmak, lüzumundan fazla ve gereksiz harcama yapmak, saçıp savurmak, gibi manalara gelmektedir. Sayı ve çeşitlerini artırabileceğimiz israf çeşitleri temelde dünyamızın doğal kaynaklarına dayanan, üretimi ve oluşması için emek ve para harcanan, kendini yenilemesi bazılarında mümkün olmayan, bazılarında ise çok uzun yıllar ve emek isteyen, belki de telafisi ve geri dönüşü imkânsız zenginlik ve değerlerin yok olmasına sebep olan israflardır.
İsrafın zararı farklı boyutlarda maksimumdan minimuma değişen şekillerde tezahür etmektedir.
Türkiye’de ve Batı ülkelerinde yapılan istatistiksel çalışmalara bakıldığında, israfın boyutları somut olarak daha iyi anlaşılabilir. Türkiye İsraf Raporu’nda zikredilen verilere göre dünyada gıda üretiminin tahminen üçte biri, yaklaşık bir trilyon dolara karşılık gelen gıda israf edilmektedir. Tahmin edileceği üzere, tüketim kültürünün zaman zaman ‘çılgınlık ve bağımlılık’ boyutuna ulaştığı gelişmiş ülkeler israfta ilk sıralarda yer almaktadır. İsrafın yaklaşık %40’ı hanelerde yapılmaktadır. Yani israfın önemli bir kısmı bireysel tüketim alışkanlıklarıyla ilgilidir.
Günümüzde modern yaşamı belirleyen tüm üretim girdileri, maalesef eski âdet ve alışkanlıkları rafa kaldırmış durumdadır.
Günümüz insanının sofrasız akşamları var. Sohbetsiz sofraları ve sağlıksız doyumları… Bunların kültürel değişimle ve teknolojik çağın dezavantajlarıyla ilgisi olduğu kadar, üretim ve alternatif çokluğu gibi maruz kalınan yeniliklerle de birebir bağlantısı bulunuyor. Ve bir o kadar da bozulan ruhsal yapımız ve mânevî açlığımızın doyum arzusu da değişen yemek alışkanlıklarımızda sorumlu.
Tüm ailenin oturacağı sofralar demek, özenilmiş yemekler ve sohbet demek. Bu sohbetlerde evin küçükleri, sadece yemeği sindirmekle kalmayacak, öğütleri ve büyüklerin edep çizgisindeki hareketlerini de sindirecek demek… Bu sofralarda saygının büyükten küçüğe aktarılması demek… Ekmeği paylaşmak demek… Aynı tabaktan yemek, nefsi öldürmek, “biz”i hatırlamak demek… Besmeleyle başlamayı, şükürle sofradan kalkmayı bilmek demek…
İşte bizi güçlü bağlarla birleştiren köklerimizin yani kültürümüzün her bir alanda var edilmesi elzemdir. Bu birlik içinde oturtulan ve geleneğin büyükten küçüğe aktarıldığı kısa zaman dilimlerini ifade eden yemek sofraları da bu kültürün ve geleneğin birer yansıması.
Bireyin çevreye karşı “sahip olma” ve “emanet olarak görme” şeklinde iki temel yönelimi olabilir. Sahip olma yöneliminde insan, doğal çevre üzerinde her türlü tasarruf hakkına sahip olduğunu düşünür. Sahip olma yöneliminde insan, tabiatı dilediğince kullanabileceğini düşünür ve ona “kullan, tüket ve at” anlayışıyla yaklaşır. İnsandaki bu sahip olma yönelimi aşırı tüketim isteği olarak kendini gösterir.
Modern zamanda, aşırı tüketimin bireyi mutluluğa ulaştıracağı düşünülmüştür. Ancak sonuç böyle olmamış; gerek boş zamanını gerek sahip olduğu doğal güzellikleri kayıtsızca tüketen insan mutluluğa ulaşamamıştır.
Tabiatı emanet olarak algılama yöneliminde ise birey, tabiata hükmetme onu ele geçirme yerine onun mutlak sahibi olmadığını farkına vararak, hayatını devam ettirdiği süre içerisinde onun kendisine verilen bir emanet olduğunu düşünür ve bu sorumluluk bilinciyle hareket eder. Doğal çevrenin kendisi için taşıdığı önemi kavrar. Ondan gerektirdiği şekliyle gerektiği kadar istifade eder.
Bu yönelim, mutlak sahip olan Allah’ın kainatı bir armağan ve emanet olarak insana verdiği ve dolayısıyla doğal kaynakların yerli yerince israf etmeden kullanılması gerektiğini öngören dini inançtan beslenir.
Bu inançla çevremize, doğaya ve hayatımıza baktığımızda; sorumluluklarımızı görmeli, heba edilecek bir damlanın bile hesabını veremeyeceğimiz düşüncesiyle, israftan kaçınarak yaşamımızı sürdürmeliyiz.
Özel Nadide Eğitim Kurumları
Rehberlik Zümresi