Bir varmış bir yokmuş. Uzak ülkelerin birinde Mehmet adında bir adam yaşarmış ve onun Şeffettin adında bir arkadaşı varmış. Bir gün arkadaşı Şeffettin’e:
- Şeffettin şu Sütçü Ahmet’e dava mı açsak?
- Niye ki?
- Niye olacak para kazanıp öç alalım diye.
- İyi de nasıl?
Mehmet, Şeffettin’e bu hain planı ayrıntılı bir şekilde anlatmış ve planı uygulamak üzere yola koyulmuşlar. Ertesi akşam Sütçü Ahmet süt satmaya çıktığında evine girip tam iki kese altını depoya saklamışlar ve oradan tabanları yağlayarak uzaklaşmışlar.
Ertesi sabah Sütçü Ahmet’in kapısına dayanmışlar. Türlü türlü iftiralar savurmuşlar, söylenmedik laf bırakmamışlar ve davalık olmuşlar.
Kadının huzuruna gelince başlamışlar iftiraları sıralamaya:
- Sayın Kadı Hazretleri, biz bu adamdan şikayetçiyiz; biz bu adamı iki kese altınımızı evinin deposuna koyarken gördük.
Kadı öyle düşünmüş, böyle düşünmüş, çareyi Sütçü Ahmet’in evini aratmakta bulmuş. Kadı başta olmak üzere Şeffettin ile Mehmet de Sütçü Ahmet’in evine gitmişler. Aramışlar, aramışlar ama hem altınları sakladıkları yerde hem de başka bir yerde bulamamışlar. Mehmet telaşlanmış “Nerede bu altınlar?” diye söylenirken kadı onları huzuruna çağırmış:
- Efendiler, dediğiniz gibi evin köşesini bucağını aradık ama altınları hiçbir yerde bulamadık. Altınları onun aldığına emin misiniz?
“Nasıl olur!” diye kükremiş Mehmet. Tam bu esnada Şeffettin, ellerini cebine atmış ve iki kese altını çıkartarak:
“Normalde bu altınları depoya koyduk ama canım çok katmer çekti yanımda param yoktu. Ben de altınları alıverdim.” demiş. Bunu duyan Mehmet, öfke ve kin dolu gözlerle Şeffettin’in yakasına yapışmış. Neticede ikisi de zindana atılmış yani kendi kazdıkları kuyuya kendileri düşmüşler.