Savaşın devam ettiği yıllardı. Zaten az nüfuslu olan köy, cepheye giden askerlerden dolayı iyice tenhalaşmıştı. Birkaç küçük ev ve arada yollardan geçen at arabaları dışında köyde hayat yok gibiydi. Bu küçük evlerden bir tanesinde cam kenarında oturmuş dışarıyı seyrediyordu Fikret. Rüzgârın çıkardığı ses kulaklarını tırmalıyordu. Elindeki fotoğrafı sımsıkı tutmuş, derin derin düşünüyordu.

Henüz beş yaşındaydı Fikret. Tuttuğu fotoğrafı, abisi Yahya’nın anlattığı kadarıyla biliyordu. “Ne kuvvetli bir yiğitti, tuttuğunu koparırdı. O bir kahramandı…” derdi Yahya. Fikret’in gözünde canlanırdı abisinin anlattıkları: Kocaman bir askerdi, cesur bakışları ve güçlü kolları vardı. Narasını duyan düşman korkudan titriyor, bütün düşmanları vuruyor gerekirse baş başa mücadele ediyordu. Bunları düşündükçe “Ben de asker olacağım, vatan için savaşıp onu düşmanlardan kurtaracağım.” diyordu içinden.

Sonunda oturduğu yerden ayaklandı. İçeriyi kolaçan etti. Annesi ortalıkta gözükmüyordu, komşudan süt almaya gitmiş olmalıydı. Annesinin yokluğundan faydalanıp aceleyle kendine küçük gelen paltosunu giydi. Geçen seneden kalma olduğu için biraz dar olmuştu ama ne olacaktı? Eminim daha önce dar palto giymiş bir asker olmuştur diye düşündü. Ardından bir sopa aradı kendine. Silahsız asker mi olurdu? Hızlıca mutfak kapısının arkasına dizilmiş oklavalardan birini kaptı ve kendini dışarı attı.
Dağların ardında olduğunu düşündüğü cepheye gitmek kolay olmayacak gibi duruyordu. Ama bunu da düşünmüştü Fikret. Kimselere görünmemeye dikkat ederek ahır olarak kullandıkları ufak kulübeye fırladı. Tam da beklediği gibi bir çift göz ona bakıyordu. Yavru bir eşek… Aslına bakılırsa ne yavru denecek kadar küçük ne de denemeyecek kadar büyüktü. Yani tam Fikret’e göreydi. Fikret bu zavallı eşeğin onu cepheye kadar taşıyabileceğini umuyordu. Ne vardı canım? Yiğit olmak için illaki de at üstünde olmak mı gerekliydi? Eminim eşek üstünde savaşan askerler de olmuştur, diye düşündü. Biraz uğraştıktan sonra nihayet eşeğin üzerine binmeyi başardı. Eşek de sanki Fikret’i bekliyormuş gibi sakin sakin ahırdan çıktı. Ortalıkta hâlâ kimseler yoktu. Elindeki oklavayı düşürmemeye çalışarak karşıdaki dağa doğru yola koyuldu.


Güneş batmak üzereydi. Annesinin telaşı üzerine kardeşini aramaya çıkmıştı Yahya. Annesinin aksine o pek de telaşlı değildi. “Bizim Fikret işte, yine ne yaramazlıklar peşinde acaba?” diye düşünerek dolaşmaya başladı. Dolaşa dolaşa karşı köyün camisine kadar gitti. Hâlâ Fikret’e rastlamamıştı. İçini bir endişe kapladı. Neredeydi bu çocuk? Caminin ardında bir tarla vardı. Kafasını o tarafa çevirince uzakta tanıdık gelen bir şey gördü. Bu onların eşeğiydi. Aceleyle yanına koştu. Yanına geldiğinde eşeği yerden bitmiş yabani otları yerken buldu. Hemen arkasındaysa bir çınar ağacının gövdesine sırtını dayayıp uyuyakalmış Fikret’i. Elinde hâlâ o fotoğrafı tutuyordu. Şehit babasının resmini… Yahya onu uyandırmaya kıyamadığı için kucağına aldı. Bir koluyla Fikret’i taşırken diğer eliyle eşeğin eyerinden tuttu ve eve doğru yürümeye başladı. Abisinin onu kucağına almasıyla gözleri aralanan Fikret “Ben asker olacaktım… Cepheye gidecektim. Babam gibi kahraman olacaktım…” diye mırıldandı. Abisi onun bu haline güldü. Kardeşinin kalbindeki vatan sevgisine çok duygulandı. “Küçük asker… Çocuklarında bile böylesine mücadeleci ruhu olan bir millet, elbette kurtulacaktır!” dedi kendi kendine. Gün batarken yavaş yavaş eve döndüler.

Back to top